Yıllar önce yazdığım bir hikaye aynen filme çekildi desem.
Allah’tan şahitlerim okurlarım var.
Bundan seneler önce 2008 senesi sonunda yine ani bir ilham beni çarptı. Zaman aslında akışkan bir enerjiydi ve bir icatla uzay – zaman yakalanabilseydi ne olurdu? Müthiş bir duygu buna eşlik ediyordu. Aniden öykü örülmeye başladı. Duramıyordum ve güçlü bir şekilde yazmaya başladım. Kurgulamadım, üstünde düşünmedim, hatta örgüyü genişletme gereği bile duymadım. Yazdım ve bitti. Geri çekilip şaşkınlıkla izledim her zaman olduğu gibi.
Sanki kafamı başka bir aleme uzatmış, seneler yaşamış, oranın kurallarını benimsemiş ve aniden dönüp anlatmıştım. Yazdığım bir özetti. O an için yeterliydi. Sitemde hikayeyi yayınladım. Lütfen okumak için tıklayın. ( https://www.gunesintamicinde.com/zaman-imparatorlugu/) Daha önce okumadıysanız okuyup geri gelin devam edelim.
Bir süre sonra, roman olarak yazmaya karar verdim. Roman olmaya hatta film olmaya hazırdı. Bence harika aksiyona dayalı bir altyapıydı, popüler kalıplara sokulup rezil edilmemeli, detaylara kadar tutarlı bir konuyla işlenmeliydi.
Aradan geçen zaman içinde konu içimde pişmeye devam etti ancak yazmadım. Sadece o yoğunluk sürüyordu yeni bir ilham patlamasını bekliyordum. Geçen gün beni sarsan bir şekilde bu yazıyı yazmama neden olan olayla karşılaştım. Gelecek filmlerin özetlerine bakıyordum.
“Zamana Karşı – In Time“ isimli filmin özetini okumamla, biri kalbime bir bıçak sokmuş gibi donakaldım. Fakat bu benim hikayemdi. Para yerine zaman kullanılması, bunu aktarmak için bileklerine takılı olan bileklikler, zenginlerin asla ölmeyişi, isyan eden grup ve detaylar, piyango – zaman vurması, delice zamanını para gibi harcayan birinin bunalıma girişi…
Tekrar tekrar özeti okudum. Önce kendimi zorladım. “Bu akla gelebilecek bir konu Süleyman” dedim. “Sen yayınlamayınca elbette birisinin de aklına geldi. Sonra gidip filmi çekti.” Yazarı hızla araştırdım. Andrew Niccol, Ne desem bilemedim hayranı olduğum dünya kadar filmi yazmıştı. Gattaca (1997), The Truman Show (1998), Lord of War (2005), The Terminal (2004)
Şimdi, “geldi konuyu benden çaldı” demek ne büyük bir iddia. Peki ya yardımcı yazar (gölge yazar) kullandıysa, birisi ilham kaynağı olduysa ve yazdığım bu hikayeyi okumuş birisiyse? Zorluyor muydum? Bu kadar benzerlik olağan mıydı? Her yazar yazdıklarını dünyanın en iyisi sanır. Şimdi bu olup bitenlere bakıp “vay be, aslında ben dünya çapında filmi çekilecek kadar güzel şeyler yazıyormuşum. Keşke yayınlasaydım” diyerek bırakmalı mıydım işin ucunu?
Ya dava açmak? Amerika’da açılacak bir dava ile hikayemin, bu filmin çekilmeye başlamasından seneler önce yazıldığı ispatlanabilir miydi? Yoksa dünyanın masrafı yapılıp bir de alay konusu mu olurdum? İşim zordu. Kalbime batan bıçak nefesimi kesiyor, kötü bir tat dilime geliyordu. İki gün üzüntü içinde geçti. Arkadaşlarıma sordum. Evet, webde yayınlanması yeterliydi, bir telif konusunu ortaya koyardı ama bir kitap olarak basılmış olsa çok daha güçlü bir elim olurdu. O sırada bir arkadaş sürpriz bir bilgi verdi. Filmi zaten birileri dava etmişti 1965 yılında yazılmış bir bilim kurguda (“Repent, Harlequin!” Said the Ticktockman) zamanın para yerine kullanılması teması işlenmiş zaten. ( http://en.wikipedia.org/wiki/%22Repent,_Harlequin!%22_Said_the_Ticktockman )
Yıkım. Aslında konu, benden de önce yazılmıştı. Ben aksiyon eklemiştim. Filmi çekenler ise ticari ve daha ilgi çekecek hale getirmişti.
En ilginci, ne ben 1965 yazım tarihli kitabı okumuş ya da duymuştum, büyük ihtimalle Amerika’daki yazar da beni duymamıştı. Ortak bir kolektif bilincin varlığını içimde hissettim. Hiçbirimiz birbirimizden kopuk değildik. Beyinlerimizin sanki senkron hücreleri varmış gibi dünyayı saran bir düşünce okyanusu bulutu varmış gibi… Bu okyanusa bir şey düşünüp yollayınca, en hazır en anlayabilecek kişi bu yayını alıyordu.
Sonuç olarak hissettiğim üzüntüyü anlayabilirsiniz.Bir çocuğumun elimden kayıp gitmesi gibi bu. O denli üzüldüm ki filmi izlemeye gidemedim. İzleyemiyorum. Fragmanını bile günler sonra bugün izleyebildim. Çünkü benim kurduğum ya da şahit olduğum hayalde bambaşka öğeler ve uzay zamanın bükülüp her şeyin olumlu olabilmesini sağlamak da vardı. Derin bir sistem eleştirisini basit bir isyanın ötesine taşıyan derinliği yaşamıştım. Zaten filmin eleştirildiği yerlerde buralardaydı. Hikayenin devamında yazacağım ve henüz oluşmamış öğeleri yazar doldurmuştu ve başaramadığını söylüyordu eleştirmenler.
Sessizce diğer öykülerimi okudum, Sayha’yı, Birleşik Karınca İşlemcisi’ni ve sizin daha okumadığınız dünyada sadece 3 – 5 kişinin okuduğu romanları. İsimleri için web sitelerini aldım bekliyorlar. İçlerinden birisi 1990 yılından beri bekliyor. Öteki ise 1995 ten beri… Bilmiyorum.
Yayınlamak için neden beklediğimi. Bazen anlıyorum. Da Vinci hiçkimseye göstermek istemediği resimler çizmedi mi? Ya Fermat, neden kıskançlıkla kendisine sakladı son teoremin çözümünü hatta “Bu teoremin müthiş bir ispatını buldum ama burada yazacak kadar yer yok
Bazen bir dağın tepesinde tek başına açan bir çiçek olup, yaşayıp ölmenin güzelliğini yaşamak lazım. Ki ben buna razı olmayıp defalarca ovalarda açtım. Uzun zamandır yazmayışımın bir sırrı bu. Ancak bir kitabı tüm dünyaya değil sadece onu paylaşmak istediklerime açmanın artık mümkün olup olmadığını da merak ediyorum. Ben ölünce geriye kalacak sözlerimin ne kadar değerli olup olmayacağını da…
Düşünüyorum.